Özet (TL;DR) @ 2018-02-25 09:31:40.677928: Zülfü Livaneli, Doğan Kitap’tan yayımlanacak Abdülhamid romanından bazı bölümleri ilk kez Hürriyet Pazar okuyucularının beğenisine sunuyor. 100’üncü ölüm yıldönümü vesilesiyle alevlenen, Google’ı bile…



Okurlar ım tarihe ne kadar meraklı olduğumu bilir. 1996'da 'Engereğin Gozundeki Kamaşma' romanında 17. yuzyıla eğilmiştim ama bence 'tarihi roman' değildi bu. Her romanda olması gerektiği gibi 'insan'ı ele alan ama onu tarihi dekorun içerisine yerleştiren bir anlatıydı. Daha sonra 'Osmanlı Konstantiniyye Oteli'ne -hem de Bizans'la birlikte- girdim. Birkaç yıldır da Abdulhamid uzerine yoğunlaştım. Eski okumalarımın ustune çeşitli yabancı kaynakları inceleyerek, yakın tarihimizin en onemli kişilerinden birisi olan bu 'insan'ı anlamaya çalışıyorum. Çalıştıkça da ne kadar ilginç bir kişilik karşısında olduğumu anlayıp şaşırıyorum. Hepimizin bildiği gibi imparatorluğun fiilen bittiği en zor donemde tahta çıkmış ama ustaca siyasi manevralarla devleti 33 yıl ayakta tutmayı başarmış bir son padişah. (Reşad ve Vahideddin'i duşununce son demek yanlış değil bence). Öte yandan Tevfik Fikret, Mehmet Âkif dahil butun aydınların nefret ettiği 'mustebit' bir figur. Ama bu çatışmanın ardında gerçekten çok ilginç bir insan, bir baba, bir eş, bir aşık var. Romancı olarak ilgimi çeken de Abdulhamid'in bu yanı zaten. Sarayda temsil verecek olan Sarah Bernhardt'a, "Paris'te olum sahnesini o kadar başarılı oynuyormuşsunuz ki insanlar gerçekten olduğunuze inanıyormuş hanımefendi" diyen ve buyuk artistin "Evet Majeste" diyerek teşekkur etmesi uzerine "Rica ediyorum, o sahneyi burada oynamayın" diyecek kadar -haklı olarak- vehm-i humayun sahibi bir imparator. Epey zamandır yazdığım kitap bu yıl yayımlanır mı bilmiyorum ama yetişse bile Abdulhamid'in vefatının 100. yıldonumune denk gelmesi bir rastlantı. -Zulfu Livaneli

O zaman padişah, ani bir şimşek çakmış da yaşlı bedenini tepeden tırnağa titreterek içinden geçmiş gibi, her şeyi hatırladı. 33 yıldır her sabah uyandığı şehrinde, sarayında değildi; çok uzakta, Selanik'te bir koşkun odasında hapisti. Çakmağını kaldırarak çevresine baktı; zayıf alev yuksek tavandaki suslemeleri, panjurları kapalı camları, kahverengi parkeyi ve iki koltuğu yaladı. O zaman 34. Osmanlı Sultanı ve 113. İslam Halifesi Abdulhamid Han'ın içine tarifsiz bir gariplik çoktu. Bu yabancı odada aç biilaç, kimsesiz kalmıştı. Ailesi, kızları, oğulları, eşleri, uşakları, bomboş koşkun odalarında, tahtaların uzerine uzanmış olmalıydı. Koşke getirilip de askerler, çift kanatlı buyuk kapıyı ustlerine kilitledikten sonra, içinde sadece bir yemek masasının bırakıldığı boş, buyuk salonda kalakalmışlardı. Yere oturmuş, birbirlerine bakmaya bile utanarak başlarını onlerine eğmişlerdi. Neden sonra kızlarından kuçuk olanı koşede unutulmuş iki koltuk gormuştu. Koyu yeşil kadifeyle kaplı lenduha koltuklardı bunlar. Uşakları, kızlarının da yardımıyla iki koltuğu soldaki odaya taşımış, birbirine bitiştirmiş ve "Sultanım bu gece burada istirahat buyurun, sabah ola hayrola, kendi askeriniz sizi boyle bir duruma duşurmez ama herhalde hazırlanacak vakitleri olmadı", demişlerdi.


Tam o sırada uç katlı devasa koşkun kapısının açıldığını duymuşlar, bir komutanın, yanındaki askerlerin tuttuğu lambanın ışığında içeri girdiğini gormuşlerdi. Hayatı boyunca oldurulme korkusu içinde yaşamış yaşlı padişahın zayıf sinirlerini altust eden, asker sertliğinde bir giriş olmuştu bu. Çizmelerin yere vururken çıkardığı sesler koşkun boşluğunda yankılanıyor; lambalar insan golgelerini uzatarak duvarlara aksettiriyor; komutanın nispeten medeni gorunen ifadesine karşın daha alt rutbelilerin kendisine ve çıplak tahta uzerinde oturan ailesine yonelttiği haşin bakışlar, padişaha son saatlerinin geldiğini haber veriyordu. Belki de hepsini burada kurşuna dizeceklerdi, belki de her şey gibi hanedan kanı akıtmama adeti de geçmişte kalmıştı. Kızlarının, onu korumak ister gibi onune geçtiklerini fark etti. Üç kız babalarına siper oldular.


Komutan durumu gorerek "Efendim" dedi, "Size yemek ve su getirdik." Arkasındaki askerler taşıdıkları buyuk bir siniyi, salonun ortasında bir yalnızlık heykeli gibi duran yemek masasının ustune koydular. Komutan, "Kusura bakmayın, çok ani bir geliş olduğu için koşk hazırlanamadı, Robilan Paşa oturuyordu burada, emir uzerine boşalttı, eşyasını alıp gitti. İnşallah yarın otellerden yatak vesaire tedarik ederiz" dedi. Padişah ailesinin içine duştuğu duruma uzulur gibi bir hali vardı ama otekiler duşmanca bakmayı surduruyordu. "Eksik olmayınız zabit efendi!" dedi Padişah, "Allah sizden razı olsun. İsminiz neydi?" "Ali Fethi. Sizinle İstanbul'dan geldim ben de. Bu yemekleri Selanik'in en iyi lokantasına yaptırdıklarını soylediler" dedi komutan. Demez olaydı; çunku 'yemek' ve 'yaptırmak' sozlerini duyar duymaz sultanın o dillere destan vehm-i humayunu, korkuları depreşiverdi. Demek bizi zehirleyerek oldurmeyi duşunuyorlar, diye geçirdi aklından.

(...)

Neredeyse nefes almaya bile korkarak dışarıyı dinliyordu. Oda kapısının otesinde hiç kimse yoktu. Herkes ayrı ayrı odalara çekilmişti herhalde. Zavallı sultanlar, şehzadeler kuru tahtaların uzerine uzanıyor olmalıydılar. Çıt çıkmıyordu.


Sonra bir mucize oldu; once akordu tam da duzgun olmayan bir piyanonun tuşlarından çıkan urkek bir melodi geldi kulağına. Sonra genç, billur gibi bir sesten yukselen arya. Kuçuk kızının, Ayşe Sultan'ın sesiydi bu, karanlık koşkun ıssızlığı içinde dalgalanan ipek bir şal gibi; babasına duyurmak için La Traviata'dan en sevdiği aryayı soyluyordu. Ertesi gun oğreneceği uzere, ust katta nasılsa bırakılmış bir piyanoyu çalarak, babacığım ben yanındayım, merak edecek bir şey yok demek istiyordu. Yaşlı sultan, gozlerinden suzulmesine engel olamadığı yaşlarla, dunyanın en acayip ortamında soylenen La Traviata aryasını dinledi ve vehm-i humayun kısa bir sure için, Boğaziçi'nin guneş yukseldikçe ağır ağır dağılan sisi gibi hafifledi. Buyuk heyecanlara ve yolculuğa yenik duşen yaşlı ve yorgun bedeni, kızının soylediği ninniyle huzursuz bir uykuya dalıp gitti.

(...)

Çok değil, bu tarihten uç yıl sonra, tek bir kurşun bile atmadan Yunan ordusuna teslim edilecek ve bu yuzden korkuyu temsilen 'Yurek Selanik' diye adlandırılacak olan olan Selanik şehri; işgal olasılığı kimsenin aklının ucundan geçmediği ve yuzlerce yıllık duzenin devamına dair soru sorulması bile saçma bulunduğu için, Padişah'ın gizlice getirilip hapsedildiği 1909 yılının o bahar akşamını, her zamanki eğlenceli, dinamik haliyle dolu dolu yaşamaktaydı. Şehrin yerlisi olan Yahudiler, Turkler, Avdetiler, Pomaklar, Yunaniler, Rumlar, Makedonlar, Fransızlar, İtalyanlar ve daha birbirine benzemez bin bir millet, imparatorluğun bu en ozgur ve kozmopolit şehrindeki politik ortamı, denizden esen meltemin anason kokularına karıştığı bir eğlence atmosferine sinmiş ve butun dillerde yer etmiş 'keyf' ile birlikte algılıyorlardı. En azından Kordon'da boyleydi durum. Musluman mahallelerine ise, zaman zaman ezan seslerinin ve geceleri yere asasını vurarak "Asayiş berkemal, geceniz hayrolsun" diyen pazvantın sesinden başka hiçbir şeyin duyulmadığı, ağırbaşlı bir sukut hakimdi.
İmparatorluğun 3. Ordu'sunda gorev yapan subaylar ara sıra efkar dağıtmak için Kordon'da Beyaz Kule'nin arkasındaki kahvede ya da şakrak kızların Rum havaları soylediği gazinolarda buluşurlar, Balkanlar'da giderek artan huzursuzluğa pek de fazla aldırmadan, İstanbul, saray ve Selanik dedikoduları yaparlardı. Bu subaylardan birisi 3. Ordu hastanesinde gorevli Doktor Yuzbaşı Atıf Huseyin Bey'di. Zaman zaman kendisi gibi evli olmayan subay arkadaşlarına takılır, ozellikle çok sevdiği Rum şarkıcılarının yanık sesleri eşliğinde yureğine dokunan hayallere daldığı Kristal Gazinosu'na giderdi. Hastanede işi başından aşkındı, çok çalışıyor, aşırı yoruluyordu. Arkadaşlarıyla geçirdiği boyle akşamlar ise ona verilen tek oduldu sanki. Ama duzgun, dengeli ve hayatın her alanına ozen gosteren bir subay olduğu için sadece bir bardak birayla yetinir, bazı subay arkadaşlarının geç saatlere kadar içtiği rakı, uzo, şarap gibi sert içkilere elini surmezdi.


Bazı gunlerde Dimitris Sarayiotis'in sahibi olduğu Proodos ya da Sindrivani bolgesindeki Tumba Kahvesi'ne gider, bol kopuklu kahvelerini yudumlarlardı. Hamidiye Caddesi'ndeki Parthenon, bilardo meraklarını giderdikleri bir salondu. Bilardoyu en iyi oynayan subayın Yuzbaşı Mustafa Kemal Bey olduğu kulaktan kulağa dolaşırdı. 1908'deki İkinci Meşrutiyet reform ve ferahlama doneminde faaliyete geçen Yunan Kulturel Dans Topluluğu'nun açılışında rastlamıştı bu sarışın yuzbaşıya. Genç subayların içinde ihtilal ateşi yanıyor, Fransız İhtilali'ne benzer bir hareketle, 33 senedir ulkeye kan kusturan, zalim, mustebit, kan içici, kimseye nefes aldırmayan Abdulhamid'i devirerek hurriyet havasını solumak için yanıp tutuşuyorlardı. Genç subaylar Albert Vandal adlı bir Fransız'ın Abdulhamid'e taktığı 'Kızıl Sultan' adını pek benimsemişti; her gun olmesi için dua ettikleri en buyuk duşmanlarını bu isimle -bazen de Fransızca 'Le Sultan Rouge' olarak- anıyorlar, ona karşı yakıcı bir ofke ve nefret duyuyorlardı. Ünlu şairlerin onu baykuşa benzeten gizli şiirlerini her gun tekrar ediyor, Ermeniler'in, arabasına koyduğu bombadan yakayı sıyırmış olmasına çok uzuluyorlar; Tevfik Fikret'in kulaktan kulağa fısıldanan, suikastın başarısız olmasına ağıt yaktığı 'Bir Lahza-i Ta'ahhur' (Bir Anlık Duraklama) şiirini, Edward Joris adlı suikastçıyı şanlı avcı olarak nitelediği şiirini ezberliyorlardı:

Ey şanlı avcı, damını bihude kurmadın.
Att ın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın.