böyle yazı başlığı mı olur? başlıkları vurucu yapınca daha çok okuyucu geliyor dediler. ben de “vurucu” olsun diye zorladım biraz. tam olarak neye vuruyor bilmiyorum; yazıyı yayına alınca anlayacağız o kadarını.
beş yıl kadar önce bir orta kararlık kültürü diye yazı yazmışım. çok da suya-sabuna dokunmamışım; geride söyleyecek çok şey kalmış. nedense, sanırım bugünlerde daha bir cesurum.
yazılımcı dediğimiz mahlûk, bilgi çalışanının en bilgi çalışanıdır. mesela bir mimar da bilgi çalışanıdır, ancak yaptığı şey sonuç olarak fiziksel bir yapıya karşılık gelir. yazılımcının “en bilgi çalışanı” olması durumu da, ortaya çıkarılan ürünün de tamamen bilgiden oluşması ve fiziksel bir yapıya karşılık gelmemesidir. üzerinde çalışılan şey, tamamen soyut olmak itibarıyla inanılmaz esnekliğe sahiptir ve doğru ellerde olağanüstü üretkenlikte kullanılabilir.
bu “inanılmaz esneklik”, yazılıma ve yazılımcıya has pek çok duruma yol açar. bunlardan bir tanesi, şu “doğru eller” meselesidir. yazılımcının en iyileriyle orta kararları arasında, çok yüksek verimlilik farkları ortaya çıkabilir. çözülecek olan probleme göre bu verimlilik oranı inanması ve inandırması zor yerlere erişir — 10 kat, 20 kat, hatta 40 kat verim elde edilebilir. yani, diyorum ki, elinizde yazılımcının gerçekten şahı varsa, onun bir saatte çözebileceği problemi, orta karar bir adam ancak bir hafta uğraşarak halledebilir.
burada durum yanlış anlaşılmasın: bu, “yıldız yazılımcı” 40 tane web sayfasını 1 saatte ortaya çıkarabilir anlamına gelmez. ancak, ortada algoritmik bir problem varsa böyle bir verim söz konusu olur. öte yandan, bu algoritmik problemlerle, sanıldığından daha çok karşılaşılır. ortamda yıldız yazılımcı olmadığı durumlarda, bu “bir kaç tane zurnanın zırt dediği yer” yüzünden projeniz batabilir bile.
güzel. buraya kadar güzel, ama bunların türkiye’de beyin takımı olmamasıyla ne alakası var?
şimdi, türkiye’de patlayıcı hale gelen karışımı dikkatle tarif etmek gerekiyor:

kötü, cahil yöneticiler. bunlardan o kadar fazla var ki, “sayılamaz çoklukta” diyesi geliyor insanın. kötünün de kötüsü, yazılım işinden hiç anlamaz; kötünün iyisi de yazılım işinden biraz anlamakla beraber, yazılım yönetiminden anlamaz. karışıma katkıda bulundukları nokta ise, yazılımcıyı, işini ve performansını değerlendirmeyi bilmemeleri, bu yüzden şekilsel yöntemlere başvurmalarıdır.

sonuca değil, emeğe kıymet verme. “emeğe saygı” diye, çok da bir anlama gelmeyen bir kavram var bizim kültürümüzde. işin gerçeği, (kanunlara ve ahlak kurallarına uyulduktan sonra) önemli olan tek şey, sonuçtur. yani, iş makinası varken, kürekle çukur kazan adamın yaptığının kıymeti yoktur. iş makinasının beş dakikada açacağı çukuru, kürekle sekiz saatte açtıysa, yaptığı iş daha değerli değildir. tam olarak iş makinasının yaptığı işle aynı değerdedir. eğer şu anda içinizden “yahu adam da sekiz saat emek vermiş, aynı değerde olur mu?” deme isteği kaynıyorsa, evet, siz de aynı kültürdensiniz. bunun toplumsal sebepleri nelerdir, bu kültür ve söylem geçmişte nerelerden gelmektedir, bunlar tarihçi ve sosyologların konusuna girer. ama önemli olan, durum böyleyken, böyledir…

izdırapta eşitlik prensibi. bu bize özel bir durum değil aslında. ama bizim kültürümüzde daha hiddetli ve şiddetli. acı çekmeyi tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak, hatta o yolda geçici süre biraz daha fazla acı çekmek yerine, herkesin aynı miktarda acı çekmesiyle tatmin buluyoruz ve toplumsal olarak rahat ediyoruz.

başarısızlığın “esas plan” olması. planlarımızı neredeyse sürekli olarak başarısızlığa ve ardından olacak “suç dağıtımı” anına göre yapıyoruz. bu, iş yaparken en önemli savunma mekanizmamız. bu yaklaşım, çoğu zaman başarısızlığı getirmek için yeterli sebep bile olabiliyor.

karışımın maddeleri bunlar… bu noktada, vites değiştirmek istiyorum. yani, durumun nasıl geliştiğini hikaye edeceğim. yoksa yazı iş yapmıyor. (bu zaten iş yapmayacak — yıldız yazılımcı reklamı yapıyorum çünkü.)
ahmet yıldız, bir yazılımcı. hem de, yıldız yazılımcı (soyadından belli). mehmet çalışkan da yazılımcı. ama o yıldız değil, çalışkan.
ahmet ve mehmet, aynı ortamda çalışıyorlar ve benzer projeler yapıyorlar. bir iş geldiğinde, mehmet hemen işin üstüne atılıyor. ahmet ise, öncelikle işi yapacak en doğru yolu düşünmeyi tercih ediyor. mehmet, hemen kod yazmaya koyuluyor. ahmet, ilk günü düşünerek geçiriyor. akşam evine saatinde gidiyor. mehmet, işi yetiştirmek için, bir-iki saat fazla kalıyor şirkette.
ertesi gün, ahmet ürettiği çözümün işe yarayacağına ikna oluyor. kodunu yazıyor. deniyor. çalıştığından emin olunca, teste gönderiyor. onay geldiğinde üretime alıyor. öğleden sonra, biraz teknoloji dünyasından haber okuyor. sonra kendi oyuncak bir projesiyle ilgileniyor.
mehmet, kod yazıyor. o akşam da bir kaç saat geç çıkıyor.
bir haftanın sonunda, ahmet toplam iki parça işi, ikişer günden çözümlemiş, bir gün de kendisine ayırmış, oyuncak proje yapmış, dünyadan haberdar olmuş oluyor. mehmet ise, sürekli kod yazıyor. onu deniyor. bunu deniyor. haftanın sonunda, “çalışıyor” dediği bir kod üretiyor. bunu teste gönderiyor.
kod testten çok sayıda hata (bug) ile dönüyor. bu mehmet’i yıldırmıyor elbette. tüm hataları yamalıyor, bu esnada bir gece de şirkette sabahlıyor. yeniden teste gönderiyor.
testte, “kabul edilebilir” duruma gelince, kodu üretime alıyor. bu sefer de, performans problemleri başgösteriyor. ama mehmet, çalışkan. gece yarısı kalkıp geliyor. problemle sabaha kadar, sonrasında da akşama kadar ilgilenip, çözümlüyor.
ikinci haftanın sonunda, mehmet nihayet işi tamamlıyor. ufak-tefek bazı problemler halen var, kodun kalitesi üst üste yamalardan “bohça nerede” durumunda ama, iş hallolmuş oluyor.
mehmet’in olağanüstü gayretli ve hummalı ikinci haftası boyunca da, ahmet aynı tempoda çalışmaya devam ediyor. iki iş daha tamamlıyor. ne kişisel gelişiminden, ne de öğleden sonra kahvesinden geri kalıyor. akşamları da, evine saat gibi gidiyor.
burada filmi durduralım.
yönetici olsanız, hangisini eleman olarak isterdiniz? siz de aynı ortamda çalışıyor olsanız, hangisine nasıl tepki verirdiniz?
peki, mehmet’lerin sayısını artırırsak? ortamda elli tane mehmet varsa ve gecelerini gündüzlerine katıyorlarsa? o zaman bakışınız değişir mi?
üzerine ek olarak, gerçek sebeplerden (ki çok nadirdir) veya dandik üst yönetimden (çok daha yüksek olasılık) ortada yetişmeyen bir iş varsa ve yukarıda iş dediklerimiz, bu büyük yetişmeyen işin parçalarıysa? o zaman ne düşünürsünüz?
eğer içinizde bir “iki tarafa çekiştirilme” hissiyatı yaratabildiysem, amacıma ulaşmışım demektir.
filmi tekrar oynatalım ve kamerayı iyice geriye çekip büyük resme bakalım.
ortamda 20 mehmet (mehmet, mehmet2, mehmet3, … , mehmet20) ve bir tane ahmet var. ortada “yetişmeyen” bir proje var. takımın da hasan düdük isimli bir müdürü var ve kendisi düdük.
hasan, bir miktar teknolojiden anlamasına rağmen, hiçbir zaman yıldız yazılımcı olmamış. müdür olup, kendisini “kaynayan kazan”dan kurtarmış. kendisine zamanında yapılan baskılardan, “o zamanlar” şikayetçi olmasına rağmen, “bu işler böyledir”e bağlamış müdür olunca. projenin tehlikede olduğunun farkında. o koltuktan da, tekrar kaynayan kazana düşmeyi hiç istemiyor. bütün bunlar, onu mükemmel bir düdük yapıyor.
projeyi kurtarma yöntemi olarak, aklına gelen yöntem baskı ve fazla mesai. bu baskı ortamında, insanları ne kadar çok çalıştırabilirse, o kadar verim alacağını düşünüyor.
bir korkusu daha var. zaman zaman ortada dolaşan genel müdür yardımcısı. bir yanıyla, ne kadar baskı yaparsa yapsın, işin bitirilmesinin gerçekçi olmadığının farkında. ama, ya gün gelip de iş patladığında, gmy “tabi olmaz, gayret göstermediniz ki, sen bu adamları çalıştıramadın ki!” derse?!? işin ucunda, koltuktan kazana düşmek var. ne yapmalı? herkes çalışmalı! iş patlayınca, koltuğu ancak “gece gündüz çalıştık, ama olmadı ne yapalım sayın gmy?” diyerek kurtarabilir.
tabii, gayet yazılımcı yazılımcı oturup işine bakarken, bir gün aniden “kutsanıp” müdür olduğu için, yazılım yönetimi, yazılımcı yönetimi, proje yönetimi, risk yönetimi konularında, her yazılımcı kadar bilgisi var: hiç! dolayısıyla, projenin risklerini yönetecek, planlamasını yapacak, projelendirmesini düzenleyecek ve bunu gmy (ve üstüne) savunacak durumda değil. savaş alanında silahsız…
ortama bakıyor. çok güzel. yirmi mehmet, her biri birbirinden çalışkan mehmet, deli gibi çalışıyor. kendini rahat hissediyor. “nasıl olsa, gmy de görüyor bunları” diyor.
tekrar filmi durduruyorum.
ufak bir hesap yapalım arada. ahmet, haftada iki parça iş yapıyor ortalamada. bir mehmet ise, iki haftada bir parça iş yapıyor. ancak, bu bütün hikaye değil. ahmet’in yaptığı iş, bir daha geri gelmiyor. mehmet’in yaptığı iş ise, üretimde aksaklıklar çıkartıyor. o zaman da mehmet, bir hata ayıklama işine giriyor ki, bazen tek hata bir haftasını alıyor. buradan oluşan maliyeti de hesaba katarsak; ahmet yaklaşık sekiz kat daha verimli çalışıyor.
her mehmet, 100 tl maaş alıyor. ahmet ise, 150 tl maaş alıyor.
ahmet üretkenlik olarak, ekibin çıkarttığı toplam işin yaklaşık yüzde otuzunu tek başına çıkartıyor.
oynatalım filmi…
hasan şu durumun farkına varıyor: ahmet mesai sonunda evine gidiyor! gün içinde mola veriyor. bazen öyle oturup havaları seyrediyor. ekranına baktığında, sıklıkla haber siteleri görünüyor.
ya bunların gmy de farkına varırsa? ya takım arkadaşları?
korku sarıyor hasan’ın içini. tüm düdüklerin içini sarıp, kontrolü ele geçirdiği gibi, korku, onun da kontrolünü ele geçiriyor. artık, yapması gereken şey işin başarılı olmasını sağlamak değil, kafasının içini kemiren korkuyu durdurmak. biraz sonra yapacağı tartışmayı, aslında hasan bu noktada kaybediyor — yani en azından rasyonel düzlemde kaybediyor.
ahmet’i odasına çağırıyor. evet düdük ama, baştan haksız olduğunu aslında içten içe bildiği bir tartışmayı herkesin önünde yapacak kadar da düdük değil.
ahmet: “buyrun hasan bey.”
hasan: “ahmet, sen ne yapıyorsun? herkes deliler gibi çalışıyor. projenin tehlikede olduğundan haberin var değil mi?”
ahmet: “var tabi hasan bey ama…”
hasan: “madem var, neden sen de projeyi yetiştirmek için gereken çabayı herkes gibi göstermiyorsun? hadi bana saygın yok, mesai arkadaşlarına da mı saygın yok?”
ahmet: “estağfurullah hasan bey, ama konunun saygıyla…”
hasan: “sözümü kesme! yaptığın kabul edilebilir bir şey değil! sen de, herkesin gösterdiği kadar çaba göstereceksin o kadar! anlaşıldı mı?”
ahmet: “anlıyorum hasan bey, ancak ben ancak bu şekilde verimli…”
hasan: “anlıyorum diyorsan, gereğini yapacaksın! şimdi yerine dön. bundan sonra diğer arkadaşların kadar performans ve motivasyon bekliyorum senden! göreyim seni!”
ahmet (teslim olmuş bir şekilde): “tamam hasan bey.”
ahmet, aynı anda damdan düşmüş ve başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetmektedir. hem kendine güveni sarsılmış, hem de hiç haketmediği bir fırçayı yemiştir. tam olarak neyi yanlış yaptığını anlamış değildir; şu anda ne yapması gerektiği hakkında da bir fikri yoktur. yerine döner, ellerini klavyeye koyar. önce kafasının içini toparlaması gerekmektedir.
hasan ise, içini kemirmekte olan korku canavarını bir sefer daha yemlemiş olmanın rahatlamasını yaşamaktadır. haddini bildirmiştir çünkü ahmet’e! takım oyuncusu olmamak da neymiş? ahmet’in hepimizi böyle yarı yolda bırakmaya ne hakkı mı varmış? görevini yapmış olduğuna, kendisini zor da olsa inandırır.
kestik tekrar…
şimdi, burada ahmet’in ne yapması uygun düşer?
şöyle bir gerçek var: aslında ahmet, zaten çalışabileceği en verimli şekilde çalışıyordu. yani, proje kısa vadeli bir şey olmadığı için, gereğinde dinlenip, gereğinde iş yaparak ve yaptığında kaliteli iş yaparak takımına verebileceği maksimum faydayı sağlıyordu. ormanda sekiz kaplan gücündeydi hem de.
ahmet eğer kendi çapının ne olduğunu bilecek kadar tecrübeli bir adam değilse, kendisini suçlu hisseder. herkes gibi iş yerinde kalmaya başlar. bunun sonucunda, hem verimi düşer, hem de üretim kalitesi. bunlar düşünce, morali de bozulur. hem iş dışındaki saatleri azalır, hem de yaptığı işten bir tatmin bulamaz hale gelir. bunun sonucunda, artık o takımda kalamaz. şirket içi/dışı, ülke içi/dışı göç yolları açılmıştır artık ahmet’in. belki de olduğu gibi bu işleri bırakır; hatta o da hasan düdük gibi kısa yoldan müdür olmanın yollarını arar hale gelir. yani, ya beynin işe yarayacağı bir yer aramaya çıkar, yada beyni olduğu gibi kapatır…
eğer yeterince tecrübeye sahipse, mücadele yolunu da seçebilir ahmet. ne yapabilir? hasan ile tartışabilir yeniden. zamanını, işini düzgün yapmak yerine, kendi iş yapma tarzını savunmaya çalışmakla geçirir. bu yolun da sonu, muhtemelen şapkayı alıp gitmeye çıkacaktır.
işin kötü yönü şudur: yöneticiler, hatta işin müşterileri açısından, mehmet’ler daha kıymetli adamlar oluverirler. çünkü onlar sadıktır. baskı altında bir yere gitmezler. çok çalışırlar, çok emek verirler. emek kıymetliydi ya… hem, iyi çalışan şeyler göze batmaz. ahmet’in yaptığı işler kısa sürede yapılabildiklerine göre, kolay şeylerdi zaten öyle değil mi? yapılması uzun olan şeyler… esas zor olan işler onlardı zaten, öyle değil mi? onları da mehmet’ler yapmaktadır. demek ki… bu ahmet zaten faydasız bir adammış canım!
oynatalım kaldığımız yerden…
öyle, yada böyle, ahmet bir dönem sonra takımdan ayrılır. takım, gerçekte inanılmaz bir güç kaybına uğramıştır. ama nedense, herkes pek memnundur bu durumdan. hasan memnundur, çünkü başarısızlığın artık kaçınılmaz hale geldiğinin farkında değildir; hem de çekişip durduğu ve “laftan anlamayan” ahmet artık yoktur. mehmetler ise, canhıraş bir çalışma götürmektedir. koltuk sağlama alınmıştır artık.
ya mehmetler? onlar da memnundur işin ilginci. her ne kadar çoğu kendisine bile itiraf edemese de, ahmet’in yanında sönük kaldıklarını bilmektedirler çünkü. bir gün bir şekilde onunla karşılaştırılmak, hatta normun ahmet’e göre ayarlanması riski — yani aynı performansın onlardan da beklenmesi riski — onları da acayip korkutmaktadır. üstüne üstlük, onlar gece yarılarına kadar çalışırken, ahmet kaç kere kaçıp gitmiştir utanmaz… hoş, “zılgıt”ı yedikten sonra o da kalmıştır ama, ızdırapta eşitlik sağlanamamıştır. zaten ahmet, halı saha maçlarına da gelmek istememiştir. artık hep birlik olmuşlardır, ne güzel…
hasan beyin takımı olmuşlardır.
kestik…
gördük mü hikayemizde yazdığımız dört maddenin bir arada oluşturduğu patlamayı?

kötü yönetici? var. hasan düdük.

sonuca değil, emeğe kıymet verme? var.

izdırapta eşitlik prensibi? var.

başarısızlığın “esas plan” olması? var.

bunların hepsini karıştırınca, olanlar oldu işte.
bu durumla ilgili şöyle bir toparlamayla kapatmak istiyorum:
zeki, yetenekli ve verimli insanların, herhangi bir şeye doğuştan başkalarına göre daha fazla hakları yok. ancak, eğitim hayatı boyunca, önceliği sınavlarla ve elemelerle, hep bu insanlara veriyoruz. (sınavlara hile karışmadıkça.) bunu neden yapıyoruz?
bunun bir tek cevabı var: yatırımı en yetenekli insanlara yapmak, toplum faydasına olduğu için. yani, aramızdaki en zeki, en yetenekli adamları toplayıp, onlara en iyi eğitimi verirsek, sonuçlar bütün toplum için daha yüksek fayda getirecektir de onun için. nokta. başka sebep aramayın. bulamazsınız.
adamı alıyoruz. o sınav, bu sınav. en iyi liselerde, ardından en iyi üniversitelerde okutuyoruz. bazılarını yurt dışında bile okutuyoruz. bunların içinden yazılımcı olmayı seçenler de, “yıldız yazılımcı” oluyor.
sonra?
sonra, rezillik. okul bitene kadar süren özel muamele, 100 yerin 99’unda (belki de hepsinde) işyerinde bitiveriyor. ondan nasıl en yüksek faydayı elde edeceğimizi hesaplayacağımıza, onu ortalama insan kalabalığına nasıl benzetebileceğimizin planını yapıyoruz. sonra da bu planı mükemmelen uyguluyoruz.
sonuç?
beyin göçü.
işte bundandır ki, türkiye’de hasan bey’in takımı olur. ama beyin takımı olmaz.